Türkiye çöl olmasın
"Türkiye en geç 2010 yılında tamamiyle çöl olacak. "
Böylesine iddialı bir yargıya, biz değil, yaptıkları araştırmalardan sonra, uluslararası örgütler varmış.
Açıkçası uluslararası veriler, alarm veriyor.
1977 Nairobi, Birleşmiş Milletler Çölleşme Konferansı'ndan sonra yayınlanan bilgiler, 1985'de NASA'nın yayınladığı rapor ve son olarak eski Çevre Bakanı Doğancan Akyürek'in Rio'da BM Çevre Konferansı'nda, DATA merkezinden edindiği bilgiler, Türkiye'de erozyon önlenemediği takdirde karanlık bir geleceği haber veriyor.
"Türkiye en geç 2010 yılında çöl olacak" yargısı, bazı kurumları harekete geçirmiş, ama, bu hareketin, erozyonu durduracak düzeye geldiğini söylemek mümkün değil. Hele çölleşmeyi önlemek ve erozyonla mücadele için, sembolik ödeneklerle yola çıkılması büsbütün umut kırıcı oluyor.
Erozyonun etkisi
Türkiye, 77.8 milyon hektar yüzölçümüne sahip bir ülke; değişik iklim ve topografik özelliklere sahip 7 ayrı bölgesi bulunuyor; yarı kurak iklim kuşağında yer alıyor.
Türkiye'de çevre koşullarının bozulması, ne acıdır ki, akıllı ve "düşünen" bir canlı olan biz insanların eliyle oluyor. Bugün 65 milyon dolayında olduğu varsayılan Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 41'i kırsal alanlarda yaşıyor. Ancak, yılda 1 milyon 200 bin kişinin, büyük kentlere göç etmesi bu dengeyi sürekli değiştiriyor. Nüfus yılda yüzde 2.17 oranında artıyor.
Bu büyük nüfus için toprağın verimliliği yaşamsal önem taşıyor.
Bu nedenle toprağın erozyon yoluyla kaybının önlenmesi ve bu yönde ulusal politikalar oluşturulması kaçınılmaz hale geliyor.
Duyarlı olmak
Erozyonun tehlike boyutuna gelmesi toplumsal ihmalden kaynaklanıyor. Bu nedenle insanlar erozyonun birinci derecede sorumlusu sayılıyorlar.
Uzmanlar, erozyonu kısaca şöyle tarif ediyorlar:
"Üzerindeki yeşil bitki örtüsü doğa veya insanlar tarafından tahrip edilen ve çıplak kalan toprağın; yağmur, rüzgar gibi doğal etkilerle veya olumsuz insan faaliyetleri nedeniyle yerinden kopartılarak aşınması olayı.."
Yalnız Türkiye için değil, birçok ülke için büyük tehlike olan erozyonun başlıca nedeni, "bitki-toprak-su" arasındaki doğal dengenin bozulmasıdır. Dengenin iki nedenle bozulduğuna dikkat çekiliyor:
Doğal etkiler ve sosyo-ekonomik etkiler..
Toprağın jeolojik ve topografik yapısı ile iklim, bitki örtüsü ve zaman, doğal etkileri oluşturuyor.
Sosyo-ekonomik etkiler ise, esas itibariyle insanın bitki-toprak-su arasındaki doğal dengeyi bilinçsizce bozması sonucunda oluşuyor ve erozyonun bir "afet" haline gelmesinin asıl nedeni oluyor.
Dünyamızın kaderi
Doğal denge sadece eroyonla bozulmuyor. Bugün dünyamızda her gün 1 milyon tondan fazla zehirli atık çevreye bırakılıyor.
1950 yılından beri dünya ekonomisi 5-6 misli büyümüş, nüfus 2.5 misli artarak yaklaşık 5.6 milyara yükselmiş bulunuyor. Bu iki unsur, dünyanın biolojik sisteminin taşıma kapasitesini ve her çeşit atığın bu sisteme zarar vermeden yok edilebilme imkanını aşıyor.
Bugün dünyamız; ozon tabakasının delinmesi, karbondioksit etkisiyle atmosferin ısınması, hava, toprak ve su kirlenmesi, asit yağmurları, zehirli kimyasal atıklar, radyasyon, ormansızlaşma, çölleşme ve erozyon, su kaynaklarının yetersizliği ve sulak alanların yok olması, bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliğindeki azalma, okyanuslar ve diğer denizlerde balık stoklarının azalması gibi çevre sorunları ile karşı karşıya bulunuyor.
Ormanların önemi
Bütün bu çevre sorunlarının ve erozyonun önlenmesinde ağaçlandırma büyük önem taşıyor. Bunun doğal sonucu olarak ormanların değeri de sadece bir ekonomik kaynak olmanın çok ötesine geçiyor.
Türkiye'de arazilerin tahsis ve kullanımı konusunda planlama ve uygulama hataları nedeniyle, çok değerli tarım toprakları, meralar, ormanlar kullanım dışı kalıyor. Verimli alanlar bir yandan erozyonla bir yandan sanayi oluşumları, karayolları yapımı ve yerleşim alanlarına tahsis gibi nedenlerle kaybediliyor.
Mevcut tarım arazilerinin, devletçe ve toprağı işleyenlerce uygun ve yararlı kullanılmaması tehlikeyi büyütüyor.
Ne yazık ki, ülkemiz, en büyük doğal zenginlik sayılan orman bakımından şanslı bir ülke sayılmıyor. Türkiye'nin sahip olduğu 20.2 milyon hektar orman, yüzölçümünün yüzde 25.8'ini oluşturuyor.
Aslında tüm dünyada ormansızlaşmaya doğru hızlı bir gidiş yaşanıyor. Geçmişte ormanlarla kaplı sahalar yaklaşık 8.8 milyar hektarken bugün, dünyamız bunun üçte birinden yoksun bulunuyor.
Orman konusundaki acı tablo bu kadarla da kalmıyor. Orman sayılan yerlerin pek çoğu ne yazık ki, orman niteliği taşımıyor. Örneğin Türkiye'nin varsayılan 20.2 milyon hektar ormanının yüzde 56'sı bozuk ve verimsiz alanlardan oluşuyor.
Dünya ormanları hızla azalıyor. Mevcut duruma göre, nüfus başına Amerika'da 13, Avustralya'da 72, Kanada'da 187 dönüm orman düşüyor. Dünya ortalaması 12 dönüm, ülkemizdeki oran ise 3.2 dönüm.
Ekonomiye darbe
Fiziksel bir oluşum olan erozyon, doğal yapıyı bozarken ekonomiyi de vuruyor.
Verimli alanların eksilmesi kırsal kesimden kente göçü hızlandırıyor, bu da işsizlik olarak fatura ediliyor.
Tarım alanlarının erozyonla azalması, çölleşme sürecinin üst sınırı olan 2010 yılında, 100 milyonluk Türkiye için gerçek bir tehlike oluşturuyor.
Verimli alanların miras yoluyla bölünmesi de Türkiye ekonomisi açısından bir başka tehlike varediyor.
Açıkçası; erozyon, yani, toprağın verimli tabakasının aşınması gerçek bir felaketi hazırlıyor.
Kuşkusuz erozyon hep vardı; ama, dünyanın pek umurunda değildi. Artan nüfus ve bu nüfusun büyüyen gereksinmeleri artık bir santimetre karelik toprağın bile kaybedilmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Ne var ki, insanoğlu bu acı gerçeği görmekte hâlâ zorlanıyor.
Güzel yurdumuz da insanlığın ortak sorunu olan erozyondan en çok etkilenen ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor.
Türkiye'miz, bu bakımdan adeta bir müze niteliği, bir albüm görünümü taşıyor.
Her yıl en az 500 milyon ton verimli toprak, yağmur ve akarsularla denizlere karışıyor.
***
Çevre
İyi ki TEMA var
Ekonomik yaşamı da vuran doğal dengedeki hızlı bozulma önümüze iç karartıcı bir tablo çıkarıyor.
Peki bu tablo değiştirilemez mi?
Doğaseverler, değiştirilmesi için gecelerini gündüzlerine katıyorlar. Ama, böylesine kapsamlı bir olayda topyekün seferberlik içine girilmeden umutsuzluğu umuda çevirmek pek mümkün görülmüyor. Ancak, Türkiye bu işbirliğine pek de niyetli bir görüntü vermiyor.
Bu ortamda, halkı bilinçlendirmek ve çölleşmeyi kader olmaktan çıkarmak için doğa tutkunlarına büyük görevler düşüyor. Toplumsal bilinci oluşturma girişimlerine 5 yıl önce kurulan ve kısa adı TEMA olan Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı öncülük ediyor.
TEMA Yönetim Kurulu Başkanı Hayrettin Karaca, bu konudaki temel felsefelerini "Toprak ve doğal ormanlar gibi nesneler ve varlıklar, ülkelerin ve o ülkede yaşayan insanların değil, tüm canlıların ortak malıdır" cümlesiyle açıklıyor.
TEMA Başkanı Hayrettin Karaca, çayır ve meraların kaybedilmesinin en önemli nedenleri arasında bilinçsiz kullanımın ilk sıralarda olduğunu belirtiyor.
TEMA Vakfı, Türkiye'nin çölleşmekten kurtulması için halkın bilinçlendirilmesi gereğine inanıyor ve bunu sağlamak amacıyla birçok yayın çıkarıyor, ulusal ve uluslararası konferanslar, seminerler, sergiler düzenliyor.
TEMA gönüllüleri, köyler ve köylülerle yakın ilişkiye giriyor; parsel parsel Türkiye'nin her yanına ulaşmaya çalışıyorlar. TEMA gönüllüleri, halkı, devlet kurumlarını, kamu ve özel sektörde yer alan herkesi bu kutsal görev için yardıma çağırıyor. Maddi ve manevi destek istiyor.
İlk adım; ağaç
Bugün gelinen noktada erozyonla mücadelenin ilk adımını ağaçlandırma çalışmaları oluşturuyor.
TEMA, ağaç dikme çalışmalarını "Benim de dikili bir ağacım var" sloganı ile ülke çapında bir kampanya ile yürütüyor.
Karaca, ağaç dikimini kutsal bir görev saydıklarını belirterek bunun siyasal bir şova dönüştürülmemesi gerektiğini vurguluyor.
Karaca, İstanbul'da kendileri dışında yürütülen ağaçlandırma çalışmalarıyla ilgili olarak, "İstanbul'a hizmet etmek güzel bir şey. Ama bazı şeyler yanlış yapılıyor. Çuvala diker gibi ağaç dikilmez" diyor ve verimli olması için ağaç dikiminin bilimsel yapılması gerektiğine işaret ediyor. Karaca, büyük ağaçların altına dikimin yapılmamasını, dikimden sonra bakımının ve korunmasının özenle yapılmasını tavsiye ederek; "paralar boşuna harcanmamalı. Eğer bir ağacı kurutacaksanız o zaman dikmeyiniz. Böyle yaparsanız, bu siyasi bir şov olmaz mı" diye soruyor.
Zor yetişiyor
Son yıllarda hızla tükenmeye başlayan ormanlarımızı korumak, gidenlerin yerine yenisini koyabilmek için ülke çapında çalışmalar yapılıyor.
Başta TEMA Vakfı olmak üzere, belediyeler, resmi ve özel kurumlar, vakıflar, silahlı kuvvetler, okullar ve vatandaşların artarak süren katkısı sevindirici olmakla birlikte açığı kapatmaya yetmiyor.
Özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerinde sık sık görmeye alıştığımız yangınlar, ormanlarımızı tüketiyor. Birkaç saatte kül olan ağaçların yerine yenileri dikilse bile, yitirilen ormanların yeniden oluşabilmesi için ortalama 40 yıl gerekiyor.
Bir dikkatsizlik sonucu yok oluveren, ancak, yeniden oluşması için bir ömür gereken ormanların yararlarını uzmanlar şöyle anımsatıyorlar:
Orman ürünleri üretimi, su koruma, toprak koruma, iklimi düzenleme, toplum sağlığı, doğayı koruma, manzara güzellikleri, dinlence, ulusal savunma, bilim ve araştırma..
Yanlışımız çok
Ne var ki, bilinçsiz kullanım yüzünden bu yararlar sağlanamıyor. Ülkemizde bugün gerçek bir orman tahribatı yaşanıyor. Ormanlarımızın en az yüzde 56'sının bozuk yapıda olması, bu azalmanın göstergesi sayılıyor. Bu durum, ormansızlaşmayı Türkiye'de çevre sorunlarının başına oturtuyor
Ormansızlaşma olayının belli başlı nedenleri şöyle sıralanıyor:
Orman yangınları, tarla yapma ve yerleşme amacı ile açmalar, aşırı ve kanunsuz faydalanmalar, bilinçsiz hayvan otlatma, endüstrilerin neden olduğu hava kirliliği sonucu orman ölümleri, yanlış politik kararlar...
Fatura ağır
Bakın, ağaçsızlaşmaya bağlı olarak artan erozyon ne felaketlere yol açıyor.
TEMA'nın halkı bilinçlendirme amaçlı broşürlerinde yer alan bilgilere göre;
"Erozyonla, her gün 150 bin kamyon dolusu, yani yılda 500 milyon ton, başka bir deyişle Kocaeli ve Bursa illerininin toplam arazilerini 10 santimetre kalınlıkta kaplayabilecek miktarda verimli toprağı kaybediyoruz. Ne enflasyon, ne ekonomik istikrarsızlık, ne terör, ne Gümrük Birliği, ne de Kıbrıs sorunu kalıcı ve tehlikeli. Kaybedilen toprak örtüsünün yeniden oluşması için binlerce yıl gerekiyor.."
Sonuçlarına bakın:
Tarım alanlarının yol olması, nüfusun beslenme zorluğunu ortaya çıkarıyor, köyden kente göçü artırıyor.
Kaybedilen topraklar barajları dolduruyor, ortalama 5-6 asırlık ömrü olması gereken barajlar, genç yaşta devre dışı kalıyor. Ekonomiye yük oluyor. 2000'li yıllarda suyun petrol kadar, belki daha da önemli sayılacağı bir sürece girileceği varsayılıyor. Ancak, bitki örtüsü ve toprak olmadan kar ve yağmur sularımızın boşa akıp gitmesi önlenerek rezevrlere indirilmesi, depolanması ve su kaynaklarının düzenli ve sürekli beslenmesi mümkün görülmüyor. Erozyon yüzünden, taşkınlar, sel ve çığ felaketleri korkunç zararlara yol açıyor.
Hepimiz istiyoruz ki; Türkiye çöl olmasın.
Ama istemek yetmiyor... Hepimizin bunun için çalışması gerekiyor. Eğer, gelecekte, yakın bir gelecekte Türkiye'yi çölleşmiş olarak görmek istemiyorsak, erozyonla mücadeleye, ağaçlandırma ve doğal varlıkları koruma çalışmalarına katılmalıyız. Hem de maddi ve manevi tüm gücümüzle.
Temel amaç
Erozyonla mücadelede devletin önüne geçen TEMA'nın başında Hayrettin Karaca bulunuyor. Karaca, bir işadamı olarak TEMA çalışmalarını yaşamının en önemli uğraşı olarak değerlendiriyor.
Karaca, 30 işadamı ve 8 devlet müsteşarlığının desteğiyle 12 Ekim 1992 yılında kurulan TEMA Vakfı'nın hedefini şöyle açıklıyor:
Öncelikle ulusumuza, onun temsilcilerine, siyasal partilere ve hükümetlere, resmi ve özel kuruluşlara, eğitim kurum ve kuruluşlarına, basın-yayın organlarına, toprak erozyonunun önemli sonuçlarını ve ülkemizin çöl olma tehlikesini anlatmak, bütün kesimlerin düşünce ve gönül birliğini, desteğini sağlayacak doğrultuda kamuoyu oluşturarak erozyonu önlemek.
***
Çevre
Marmaris hüzünlü!
O güzelim Marmaris ormanlarının bir kısmı Ege'nin Akdeniz'le buluştuğu koylarda kara bir lekeye dönüştü. Dikkatsizlik ya da kasıt; hangi nedene dayalı olursa olsun yanıp yok olan ormanlarımıza yeniden sahip olduğumuzu görmek, çoğumuza nasup olmayacak.
Marmaris'te geçen yıllar yanan ormanların yerine yeni ağaçların dikilmesi çalışmalarının istenen hızda yürümediği belirtiliyor. Orman Bakanlığı Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürü İsmail Özkahraman, arazinin engebeli ve eğimli olmasının çalışmaları güçlendirdiğini bildirdi.
Özkahraman, Marmaris ormanlarının tekrar eski haline gelmesi için 30- 40 yıl gibi uzun bir zaman gerektiğine de dikkati çekerek, şu bilgileri verdi:
"Marmaris toprağı farklı bir toprak. Gelibolu gibi değil. Bu nedenle Marmaris'te ağaçlar zor ve geç yeşerecek. Ancak 15 yıl sonra yeşil bir dokuya kavuşabiliriz. Eski haline gelebilmek için ise mutlaka 30- 40 yıl gerekli."
Bilindiği gibi 1996 yılının temmuz ayında Marmaris'te çıkan orman yangını yöreyi adeta bir cehenneme çevirmişti. Korkunç yangın 4 gün sürmüş, alev ve dumanlar kent merkezi bile etkilemişti.
Yangının söndürülmesinden sonra başlayan ağaçlandırma çalışmalarına, binlerce kişi katılmıştı. Bu arada turistler de bu çalışmalara güç katmıştı.
Yanan bölgenin ağaçlandırılması çalışmaları sürüyor. Ancak, arazi koşulları nedeniyle çalışmalar istenilen hızda gitmiyor.
Ağaçlandırma çalışmalarının tamamlanabilmesi için yanan bölgeye en az 1 milyon 250 bin fidan dikilmesi gerekiyor.
Haberin içinden
Hepimiz görevliyiz
Son yıllarını yaşamakta olduğumuz yüzyıl, insanlık adına en büyük kıvançlarla en büyük kötülükleri birlikte büyüttü.
Kıvançları bir yana bırakalım… Kötülüklerin başında herhalde dünyamıza verdiğimiz tahribat geliyor.
Dünyamızı çok kirlettik. Daha rahat yaşamak için doğayı yok etmekte hiç sakınca görmedik. Havayı kirlettik... Toprağı kirlettik... Akarsularımızı, göllerimizi, denizlerimizi kirlettik.
Bunun önemini herhalde en iyi bilecek yerde olan kişiler yerel yöneticilerdir. Daha yaşanır, daha sağlıklı bir çevre oluşturmak öncelikle belediyelerin görevidir. Doğaya yönelik saldırıyı bu gözle görmeye ve doğal kaynaklar üzerinde gelecek kuşakların en az bizler kadar hak sahibi olduklarını bilerek davranmaya mecburuz.
Ne yazık ki, özellikle kıyı kesimlerindeki yerleşim merkezlerinde denizin ve ormanların yağmasına hala sessiz kalanlar olmaktadır. Hatta, gelir sağlamak uğruna orman alanlarını imar kapsamına alma gafletine düşenler bile çıkmaktadır.
İlk anda doğru görünen bu tür davranışlar, aslında bir yöneticinin hizmet vermekle yükümlü olduğu topluma yapabileceği en büyük kötülüktür.
Bir yerel yönetici, daha temiz, daha güzel bir çevre oluşmasına katkıda bulunamıyor olsa bile; en azından varolan çevrenin korunmasını başarabilmelidir.
Doğal kaynakları korumak ve verimli kullanmak hepimizin, önce, yaşadığımız topluma, sonra insanlığa olan borcudur.